Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.
Öykü/Masal

HRİSTO – Enver Ajiyba

Hristo’nun babası Anastas, zamanında bilinen ve sevilen bir kişiydi. Onun Yaştxua köyünde alın teriyle oluşturluğu her şey  bu gün artık oğlu Hristo’ya kalmıştı.

Hristo’da babasından öğrendiklerinin hakkını vererek, devraldığı mirası kem gözlerden sakınılacak kadar ileriye götürdü. Yaşıtları gibi o da zamanında gönlünün sultanını bulup evlenmişti. İkinci dünya savaşının açtığı yaralardan söz etmeyecek olursak, Hristo ve ailesi mutluluk içerisinde yaşamlarını sürdürmekteydiler, ta ki 1949 yılında Abhazya’lı Rumların başına o kara bulutlar çökünceye kadar.

Hristo, halkının kaderinin ailesinin de kaderi olacağını biliyordu, ama umut işte, her şeye rağmen gözünden bile sakındığı iki yavrusunu bağrına basıp hayatını devam ettirme çabasındaydı.

Ancak kötü kader Hristo’nun ve ailesinin de başına gelmekte gecikmedi. O gün, akşam olmasına rağmen henüz eve dönmemişti. Eşi Sofa ise her zamanki gibi, alal acele ahırda havanların işlerini bitirmeye çalışıyordu ki köpekler birdenbire havlaşarak avlu kapısına doğru koşuştular. Bunun üzerine kendisi de işine ara verip, köpeklere söylene söylene peşlerinden yürüdü.

Son zamanlarda Yaştxua köyünde Azrail misali bir çok kişinin evini ziyaret eden o kaba saba adam, köpeklerin korkusundan içeri giremeden avlu kapısı önünde beklemekteydi. Ayakkabı boyasıyla boyanmış gibi olan olanca çirkin sakal ve bıyıklarıyla tipi bir iblisi andırıyordu adeta.

Sofa, adamın yüzüne bakar bakmaz yıldırım çarpmışa döndü, bir adım bile atmaya mecali kalmamış, dizlerinin bağı çözülerek olduğu yerde kala kalmıştı. Bahçenin uç tarafında kırlangıçlar gibi cıvıldaşarak oynayan çocuklarına doğru güçlükle bakabildi.

“Aman! Kendi dillerinde yüksek sesle bir şey söylemeseydiler bari” diye düşünürken, kapılarına dayanan felaketten ötürü farkında bile olmadan kendiliğinden boşalan gözyaşlarını önlüğü ile silip “uğursuz misafire” doğru yöneldi.

“Bizim de zamanımız geldi mi?” diye sordu, boğazına düğümlenen hıçkırığı binbir güçlükle yutkunarak…

İğrenç bakışlarını kadına yiyecekmiş gibi dikerek “Yarın sabah, toparlanıp hazır beklemelisiniz!” dedi  “misafir”…  Alışkın olduğu üzere pişkin bir şekilde…

Sofa bir tek kelime bile edemedi.

“Misafir”, sözlerinin geri dönüşü olmadığını dikte edercesine bir süre daha Sofa’ya bakmayı sürdürdü, sonra da yıldırım hızıyla olduğu yerde dönerek, ayı gibi sağa sola salına salına, homurdanarak gözden kayboldu.

Ahıra geri döndü Sofa…

Elleri titreyerek ineklerini sağıp bitirdi. Sonra da süt dolu kovalara gözyaşlarını şapır şapır dökerek evine girdi.

Günahınızın altından kalkamayasınız inşallah! İblis soyları!” diye beddua ederek, kendi kendine konuşup duruyordu. “Ne suçumuz var bizim, kime ne zararımız dokundu, neden sürgün ediliyoruz, nereye gideceğiz, neler bekliyor bizleri orada, nasıl geçineceğiz, nasıl yaşayacağız hiç alışık olmadığımız o yeni yerlerde? Zaten milletimizin çoğunu sürmüşlerdi, demek ki bizim sonumuz da aynısı olacakmış. Bir halkı falakete sürükleyip, bir başka halkı da zorla onların yerlerine getirip yerleştiriyorlar. Bu torakların gerçek sahipleri olan Abhazlara ise kimse bir şey sormuyor. Yabancılar sanki evsahibi kendileriymiş gibi Abhazya’yı paylaşım kavgasındalar. Oysa ki Abhazlar bize her zaman iyi davranmışlardı, tuzumuz ekmeğimiz ve hatta külümüz bile hep ortaktı. Ancak son zamanlarda Beriye iyice kudurdu. Onun planları gerçekleşirse, bu topraklar Abhazlardan da temizleyip tamamen Megrellerle doldurulacak..”

Sofa o gece çocuklarını erkenden yatırıp uyuttu. Kocaman ev kendisine dar geliyordu. Ama, sanki umut verici bir haber getirecekmiş gibi de sabırsızlık içinde Hristo’nun eve dönüşünü bekliyordu.

Gece fazla ilerlemeden döndü Hristo’da…

“Buradaydı o! Bize de geldi en sonunda!” dedi Sofa, eşini görür görmez.

“Geleceğini bilmen gerekirdi, halkımızın kaderinden biz nasıl ayrı kalabilirdik ki? 37’li yıllarda babamı canından etmişlerdi, şimdi de sıra bana ve aileme gelip dayandı demek…”

“Peki ne yapacağız şimdi?” Sofa bir mucize bekler gibi bakışlarını eşine dikip beklemekteydi…

“Onlar artık bir kere daha gelmezler. Söyleyeceklerini söyleyip gittiler… Artık buraya gelecek olan, evimizin adresi ellerine verilmiş olan yeni yerleşimci Megrellerden başkası olamaz. Yahu ölümden başka kaybedecek hiç bir şeyi kalmamış olan o göçebeler de hiç olmazsa yerimizi beğenseler bari… Ama onlara ne diyebilirz ki?…  İhtiyaç duyacaklarımızdan kaldırabileceğimiz kadarını toparla hemen. En çok da yiyecek… Bu zorlu yolculukta çocuklarımızı sağ sağlim gideceğimiz yere ulaştıramazsak sen de, ben de, ondan sonra yaşayıp da ne yapalım?”

“Evimiz… hayvanlarımız?…”

“Ah zavallı Sofam, zaten onların yüzünden tüm bunlar… Sadece Rum olduğumuz ve can taşıdığımız için mi  sanırsın, şu başımıza gelenleri?… Megrelistandan getirip yerleştirecekleri  aileler için ne kadar çok yer olursa, o kadar çok insanı bu tarafa getirecekler…”  

“Bizim felaketimiz onlara mutluluk getirmesin! İnşallah Abhazya’ya geldikleri gibi, geri döndükleri günleri de görür bu gözler… Günahımız üzerlerinden eksik olmasın ocağımıza yerleşecek olanların… Öyle diyorum ama, bu Tanrı tanımazlara bedduam tutarmı ki?…”  Sofa sürekli söylenerek öfkesini beddualarla yatıştırmaya çalışıyordu. Ama,  beddualar da bir işe yaramıyordu doğrusu.

“Bırak beddua etmeyi, onların Tanrısı yok zaten!”

“Nasıl olmaz ki?… Tamam, belki ondan bıkmış olabilirler, ama, onları yaratan da Tanrı değil mi?”

“Eğer Tanrıları olsaydı, bir aileyi gözyaşlarıyla yuvalarından atıp, kendileri sevinç içinde oraya yerleşebilirler miydi? Ama, eğer ölmez de sağ kalırsak, bu Megrellerin, Abhazların başına da ne çoraplar öreceğini hep beraber göreceğiz.”

“Abhazlar kendi topraklarında değiller mi, onlara ne yapabilirler ki?”

“Evet, doğru. Ama bu milletin öyle bir özelliği var. Birinin kalktığı yere hemen koşup otururlar, sonra da burası zaten bizimdi diye anında sahipleniverirler.”

“Bilemem… Başkasınınkine göz koyanı, en sonunda Tanrı da kendisine ait olandan mahrum bırakır.”

“Ya bırak şu Tanrıyı… burada bize bir faydası da kalmadı zaten! Sadece şu sonu bilinmez yolculukta çocuklarımızı korusun yeter. Eğer daha beteriyle karşılaşacaksak zaten sonumuz geldi demektir…” O zamana kadar kendisini tutmaya gayret gösteren Hristo, bu sözlerden sonra kara bulutların ardından birden bire patlayan sağanak yağmur misali gözyaşlarını bırakıverdi… Boşalan gözyaşlarını eşinden saklayabilmek için hızla kendisini dışarı atttı Hristo…

Karı koca, sabaha dek yolculuk için hazırlık yaptılar.

Sabahleyin artık bel boyuna kadar gelmiş olan güzelim tarlasına saldı hayvanlarını Hristo… Köpeklerine, kedisine ve tavuklarına da son kez elleriyle yemeklerini verdi. Ardından yolluklarını yüklenip, çocuklarını da önlerine katarak ağır ağır avludan dışarı çıktılar.

“Kapıyı kapatalım bari” diyerek yükünü yere indirdi Sofa.

“Merak etme onu kapatacak olanlar zaten gelmek üzeredirler” diyen Hristo artık geriye dönüp bakmak istemediğini eşine hissettirircesine ileriye doğru davrandı.

Ancak Sofa tek adım bile atamıyordu…

Çocuklar ise misafirliğe gidiyoruz sevinci içerisindeydiler…

Sanki tüm gökyüzünü omuzlarına yüklemiş gibi hisseden Hristo da daha fazla yürüyemedi. Bir kaç adım attıktan sonra olduğu yerde kalakalmıştı. Sonra o da yükünü yere bırakıp geri döndü ve kollarıyla kendisini avluya asarak evini ve bahçesini seyre koyuldu.

“Beni terketmeyin! Size açtığım kalbimi uzun süre boş bırakmayın!” diye yalvarıyor gibiydi bahçe kapısı da, sürgün yollarına düşen bu zavallı aileye…

Onlar nereden göreceklerdi, ama, karı kocanın yeri yakarcasına gözyaşlarını döktükleri o el kadar toprak parçasından bir daha asla ot bile yeşermedi.

“Haydi gelin artık” dedi kendisine gelip yüklerine doğru yürüyen Hristo.

Canlarından başka hiç bir şeye sahip olmayan Hristo Çilidi’nin ailesi, nereye gideceklerini ve kendilerini nelerin beklediğini bilmeden adeta karanlığa doğru yola koyuldular. Yol boyu kenarından geçtikleri diğer Rum evleri de tamamen boşaltılmıştı. Bazılarında ise hazır buldukları ocakların sevincinden, yabancı bir evin bahçesine giren sahipsiz köpekler gibi ne yapacaklarını bilemeden sağa sola seğirten  tek tük yeni yerleşimciler görülüyordu.

Sürgün yolunda, yaşadıkları felaket yetmezmiş gibi, küçük oğullarını da bir tren istasyonu yakınında toprağa vermenin kahredici acısını yaşadılar. En sonunda ise, kalan yavrularını ne yapıp edip hayatta tutmayı başararak bin bir güçlükle Kazakistan’a varabilmişlerdi. Orada daha önce sürülen komşuları karşıladı kendilerini…

Yeniden hayata tutunmaya başladılar. Yaşam, kendisine dört elle sarılanı her zaman ve her yerde kucaklamaya hazırdı zaten….

 

                                      *           *          *

 

Hristo ile ailesinin Kazakistan topraklarına gelişlerinin üzerinden tam 30 sene geçmişti. Adeta çalışmak ve çabalamak için yaratılmış olan Hristo ile Sofa, burada da kendilerine sıcak bir yuva kurmayı başarmışlardı. Ayrıca bu topraklarda üç evlat daha bahşetmişti Tanrı kendilerine. Sonunda artık başka bir yerde ev alabilecek ve yerleşebilecek ortama kavuştuklarında, artık evlenen evlatlarını orada bırakıp, henüz bekar olan küçük oğullarını ve kızlarını da yanlarına alarak hasretine dayanamadıkları Abhazya’ya yerleşme kararı verdiler. Ancak önceden gelip bir bakmalı ve yeri ayarlamalıydılar. Bu yüzden Abhazya’ya yola koyulan Hristo’nun kulağına eğilen Sofa, sanki birileri duyar da kendisini cezalandırırlar korkusuyla sessizce “Gidip eski ocağımızı da ziyaret et ne olur!” diye fısıldadı.

“Hayır!” dedi Hristo. “Çünkü, göreceklerim yüzünden yıllardır seninle birlikte içimizi yakan özlem ateşinin sönmesinden korkarım. Hele bir Abhazya’ya yerleşelim, acelen ne? Her gün gider görürüz eski yuvamızı…”

Sofa bir daha bu konuyu açmadı. Zaten Hristo’nun yaşının ve sağlığının da artık bu tür zorlamalara gelmeyeceğini iyi bilmekteydi.

“Bu kadar yolu göze alabileceğine bile inanmazdım, nasıl bir özlemmiş bu benim ihtiyarın ki…” diye kendi kendine konuşuyordu içinden Sofa. 

 

                                     *            *          *

Kazakistan’a geri döndüğünde “Artık Abhazya’da bir mezar yerimiz var!” diyordu sevincini gizleyemeyen Hristo. “Eski yuvamıza pek de uzak olmayan bir yerden ev aldım, hem de çok güzel bir ev, doğrusunu isterseniz hala inanamıyorum, adeta çocukluk masallarımı yaşıyor gibiyim…”

Yaşadığı kederlerin yakıp kavurduğu Sofa’nın da yüzü aydınlanmıştı. Sanki yeniden doğmuş gibiydi. Ancak birden bire hüzünlendi, çünkü bir tarafını Kazakistan’da bırakmak zorunda kalacaktı. Ayrıca eşinin eski evlerine yakın bir yerden yer alması da kadınsı bir önsezi ile onu çok huzursuz etmişti. O eşini iyi tanıyordu, bu yüzden hemen her gün gidip eski evlerini görmek isteyeceğini ve artık sağlığının da bu heyecanı taşımasının zor olduğunu biliyordu.

“Pek sevinmiş gibi görmedim seni, hayırdır?” diye sordu eşine Hristo. Çünkü yüzündeki hüznün farkındaydı.

“Nasıl sevinmem? Böyle güzel bir haber kimi mutlu etmez ki? Zaten önemli olan iyi bir ev almak da değil, Abhazya’ya yerleşiyor olmamız… Ancak geride bıraktıklarımız ister istemez üzüyor beni…”

“Boşuna gizlemeye çalışma, ben biliyorum seni huzursuz eden şeyi… Ancak bunu özellikle istedim, doğduğum yerde, baba ocağımdaymış gibi hissedeceğim kendimi. Bu tarafta bıraktıklarımıza gelince, burası artık onların da vatanı. Abhazya hasretleri yok, burada evlenip barklandılar. Kendi kendilerine de yetecek durumdalar, onları dert etmene gerek yok.”

“Her ne kadar öyle olsa da anneyim ben. Hem biliyorsun yaşadığımız sürgün acılarını, ne yapayım, üzülmemek elimde değil…”

“Elbette biliyorum Sofa. Ancak tüm bu yaşadıklarımızdan sonra doğduğumuz yere dönebiliyor olmamız da Tanrı’nın bir lütfu değil mi? Bu yüzden, kederlenip beni de üzme ne olur!  Ne karar verdiysek, onu uygulayalım…”

“Asla pişman değilim Hristo. Evimize dönüyoruz sonuçta… Artık bu konuyu  da kapatalım, zaten sürgüne gitmiyoruz, kendi isteğimizle hasretini çektiğimiz topraklara geri dönüyoruz.”

Hristo eşinin yüzüne baktı tatlı tatlı… Sanki onu ilk gördüğü andaki gibiydi, evine ilk adımını attığı günkü gibi… Tüm umutlarını toparlayıp onun kalbine doldurmuştu adeta, kendisi de hafiflemiş, kanatlanmıştı sanki…

Sonunda ailesini de alarak Abhazya’ya geri döndü Hristo.

İlk günler, sabahtan akşama kadar şahinini kaybetmiş avcı misali saha sola bakınarak şehirde dolanmaktaydı. Ne kadar da değişmişti Sohum. Ne kadar değişmişti insanlar… Artık şahsen tanıdıklarının sayısı bir hayli azalmıştı. Tanıdık evlerin kapılarında dikilip ismini unutmadığı eski arkadaşlarına sesleniyordu.  Arada bir cevap verenler de yok değildi, ama çoğu evden şimdi yeni sahipleri çıkıyordu. Arkadaşlarının arasında iyice yaşlanan, saçlarına ak düşenler olduğu gibi, hala eski gençlik günlerine taş çıkarttıranlar da vardı, ama bir çoğu artık yaşamıyordu maalesef. Ölen arkadaşlarının bahsini duyduğunda üzülüyor “Yahu böyle bir cennette insan bu kadar vakitsiz ölür mü? Bak ben bile bunca yaşadıklarıma rağmen hala dimdik ayaktayım!” diye hayıflanıyordu.

Arkadaşlarıyla karşılaştığında onlardan ayrılamıyordu. Onlar da sanki öteki dünya’dan gelmişcesine sevinç içinde kendisini kucaklıyorlardı…

“Aaa! Hristo sen misin?”

“Evet ya, benim Gerg… Bak canımı getirdim en sonunda…” İlk zamanlar hep böyleydi karşılaşmalar, sonrasında ise sohbetin sonu gelmiyordu.

Hristo her gün kenti bir baştan bir başa böyle dolaşmasına rağmen, henüz eski yuvasını gidip görmeyi göze alamamıştı. Aslında kaç kez gitmeyi, orada kalanlarla tanışmayı, kim olduklarını, nereden geldiklerini falan öğrenmeyi düşünmüştü. Ancak, kendisini o tarafa çeken yorgun kalbinin aynı şekilde eve geri döndüremeyeceğinden korkuyordu. İşin doğrusu, eşi Sofa da, tam da bu nedenle eski evlerine gitmesini asla doğru bulmuyordu.

Bir akşam üstü ailece oturdukları sırada “Ne düşünüyorsun?  Kim kalıyor acaba orada, hangi milletten, hiç merak etmiyor musun?” diye sordu eşine Hristo.

“Ne bileyim. Öbür Rumların evine kimleri yerleştirdiyseler bizim eve de onlardan birilerini yerleştirmişlerdir. Abhazlardan birini yerleştirecek değillerdi herhalde. Zaten onlar da yerleşmezlerdi, ama  keşke Abhaz bir aile olsaydı, daha ne isterdim. En azından bu toprağın gerçek sahiplerinden biri yaşıyor derdik. Ayrıca o tarafa yolumuz düşerse de hiç olmazsa güleryüzle misafir ederlerdi…”

 

                                     *            *          *

 

Denizin ufkunda muhteşem kızıllığıyla batmaya hazırlanan, ama sanki gece boyunca insanları ışıksız bırakacağı için hiç de acele etmeyen güneş, son ılık gülümseyişlerini yeryüzüne saçmaktaydı.

Hristo’nun doğup büyüdüğü evin avlusunda oynamakta olan çocuklardan biri, yeni yapılan demirden avlunun kenarına dayanmış hareketsiz durmakta olan birini gördü.

Hemen, megelce “Anne, anne!” diye bağırarak mutfağa doğru koştu. “Şu yeni yaptığımız avluda adamın biri dikiliyor.”

Kadın, mutfak önlüğü ile ellerini silerek dışarıya fırladı.

“Sarhoşun tekidir. Ne kadar çoğaldılar son zamanda bu kökü kuruyasıcalar.” Diye homurdanıp şöyle bir baktıktan sonra hiç bir şey olmamış gibi mutfağa geri döndü.

“Ne oluyor orada?” diye seslendi bahçede çalışmakta olan baba da.

“Ne olacak, duymadın mı? Sarhoşun biri avlumuza gelip dayanmış, senin dünya’dan haberin yok. Gidip uzaklaştır şunu, çocukların da ödü koptu…” Kadın bir taraftan mutfak işlerini yapıyor, bir yandan da kocasını azarlıyordu.

Adam sonunda dayanamayıp bahçedeki işini bıraktı ve kıvırık gömlek kollarıyla yüzünün terini silerek avluya doğru yürüdü.

“Hay canı çıkasıca!” diye beddua ediyordu bir yandan da…  Boğuk ve çirkin sesi boş bir şarap küpünden cıkıyor gibiydi.

İki eli avluya asılı, hareketsiz durmakta olan kişiden ise çıt çıkmıyordu.

“Hah! Sendin şimdi lazım olan! Yahu şu topraklarımıza gelmeyen yabancı kalmadı be, kökü kuruyasıcalar!…  Ah! zavallı gürcü toprağı, nelere katlanıyorsun, daha neleri, daha kimleri göreceksin buralarda…”

Ancak iyice yaklaşınca, o zamana kadar hareketsiz duran kişinin taş gibi kaskatı bir şekilde avluya asılı durmakta olduğunu gördü ve telaşa kapılarak eşine doğru seslendi.

“Heey, Maquala, çabuk buraya gel, galiba biri ölümünü bizim avluya getirmiş!” Adam, kalbi küt küt atarak ne yapacağını bilemez durumda bir ileri bir geri olduğu yerde dolanıp duruyordu. “Yahu duymadın mı dediğimi?…” şimdiki sesi ise, ayıya yakalanmış avcının feryadı gibiydi.

Kadın, kocasının böğürmeleri üzerine hayırlı bir durum olmadığını anlayıp yeniden dışarı fırladı. Çocuklar ise ne olduğunu anlamadan korku dolu bakışlarla babalarının ardında dikilmekteydiler.

“Bu adam avlumuzun dibinde ölmüş yahu!…”

Sakın yanıma gelmeyin, yoksa elimdeki bombayı patlatırım der gibi, sağa sola açtığı kollarıyla avluya asılı gibi duran kişi, artık çoktan son nefesini vermiş olan evin gerçek sahibi Hristo’dan başkası değildi…  Zavallı Hristo, yıllar önce evini zorla terkederken avluya dayanıp bahçesine baktığı yerden, yine aynı şekilde eski yuvasına bakarken ruhunu teslim etmişti….

 

Abhazca’dan çeviri: Oktay Chkotua

Abhaz hikayeleri 2013 Sohum. Sayfa 733-741

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu